Premier Lig’in son 5 sezonunun 4'ünde şampiyon olarak bariz bir dominasyon kuran Manchester şehrinin mavi tarafı, 2022/2023 sezonuna başlarken bu seriyi kuşkusuz devam ettirmek istiyordu. Bu doğrultuda mevcut kadronun en uç kısmına bir takviye yapılması gerektiği kimilerince konuşuluyordu. Gabriel Jesus’un zaman zaman isteneni verememesi bu durumun baş sebeplerindendi. Sonuç olarak Dortmund’un Norveçli yıldızı Erling Haaland’ı renklerine bağladılar. River Plate’ten yapılan Julian Alvarez transferi ise tam olarak scout transferi diyebileceğimiz bir hamle. Rodri’nin yedeği olarak Leeds’ten Kalvin Phillips takviyesi geldi. Savunma hattına yine Dortmund’dan Manuel Akanji 20 milyon Euro gibi cüzi bir miktara takıma katıldı. Artık Pep Guardiola geçmiş yıllara nazaran daha hızlı ve mobil santrfor tipi yerine daha net bir 9 numara ile çalışacaktı.
Sezon beklendiği gibi yüksek tempoda başladı. Gözler tabii ki Haaland’ın üzerindeydi. Norveçli yıldız beklentileri boşa çıkarmadı ve forma giydiği ilk 9 maçta 15 kez fileleri sarsarak İngiltere macerasına sansasyonel bir başlangıç yaptı. Özellikle Manchester derbisinde gösterdiği 3 gol 2 asistlik performans muhteşemdi. Pep sezonun ilk haftalarında geçtiğimiz sezon olduğu gibi 4-3-3 formasyonuyla takımını sahaya dizdi. Zaman zaman farklı oyuncu tercihleri görsek de Rodri-İlkay-De Bruyne üçlüsünden vazgeçmedi İspanyol teknik adam. Hücum hattında Haaland’ı sabit tutarken Mahrez-Foden-Bernardo üçlüsünden ikisini değişimli olarak kullanıyordu. Her ne kadar Newcastle ve Aston Villa deplasmanlarından 1 puanla dönseler de sezon onlar adına fena gitmiyordu. Ancak bu esnada ortaya Mikel Arteta ve Arsenal gerçeği çıktı. Manchester United ve Liverpool sezona oldukça kötü başlamışlardı. Ancak Arsenal’in ilk 16 haftada aldığı 43 puan ve oynadıkları dominant futbol sezonun kalan kısmında şampiyonluk yarışının bu 2 takım arasında geçeceğini bizlere göstermişti.
Liverpool deplasmanında Salah’ın golüyle kaybeden City için bu mağlubiyet çok da sürpriz sayılmayabilir. Ancak 3 maçlık galibiyet serisinden sonra gelen ve Dünya Kupası arasından önceki son maç olan Brentford karşısında alınan mağlubiyet şüphesiz Pep ve ekibinin planları arasında yoktu. Dünya Kupası dönüşü alınan Leeds galibiyeti her ne kadar normal olsa da sonrasında Boxing Day günü oynanan Etihad’daki Everton maçında bırakılan 2 puan çok ağır bir darbe idi. Gelen Chelsea galibiyetinden sonra kaybedilen Manchester derbisi sonrası Arsenal ile makas artık iyice açılmaya başlamıştı. Daha sonra gelen Tottenham ve Wolves galibiyetlerinden sonra City yine Tottenham karşısındaydı. Ancak bu maçta taraftarların ve kamuoyunun ilk kez gördüğü bir şeye tanık olduk.
4-3-3’ten 3-2-4-1’e Geçiş
Pep Guardiola sürekli olarak kendini geliştirmeye çalışan, yeni şeyler tasarlama ve üretme çabası içerisinde olan ve tabiri caizse kafayı futbolla bozmuş bir teknik adam. Beklenenden çok daha fazla puan kaybı yaşanınca savunmayı daha sıkı bir hale getirmek için 4’lü görünümünde bir 3’lü formasyona geçiş yaptı. Bunu ilk kez Tottenham maçında denedi. Kyle Walker, Akanji ve Ake’nin yanında sağ stoper olarak konumlanmış, genç sağ bek Rico Lewis ise Rodri’nin yanında merkez orta saha olarak konumlandı. Çizgilerde Mahrez-Grealish, ilerde de De Bruyne-Haaland -Alvarez üçlüsünü gördük. Bu maç özelinde orta saha etkisiz kaldı ve Pep istediği şablonu tam olarak oturtamadı. Ancak oyuncu tercihlerinde yaptığı birkaç değişiklik belki de kimsenin aklına gelmeyecek şekilde oldu ve bu planı kusursuz kıldı. Yaptığı ilk temel hamle Rodri’nin yanına Bernardo Silva’yı koymak oldu. Birkaç maç böyle oynasa da zannediyorum ki Bernardo’nun hücum oyununda veriminin düşeceğini düşünmesi ve 2. bölgede takımının fiziksel açıdan yetersiz kalacağını öngördüğü için kısa süre sonra Bernardo yerine stoper Stones’ı oraya monte etti. İlk başta izleyen herkesin şaşkınlıkla karşıladığı bu durum sonrasında insanlara çok verimli olduğunu göstermekteydi. Çünkü Stones ve Rodri gibi 2 fizikli futbolcunun varlığı orta sahadaki fiziksel mücadelenin dozunu yukarı çekiyordu. Ayrıca rakip yarı alanda konumlanan City takımının olası kontra tehditlerine karşı arkada sigorta olabilmesi anlamına da geliyordu. Bu durumun bir diğer artı yönü ise kenar stoper adını verdiğimiz üçlü savunma hattının sağ ve solunda oynayan oyuncuların hücuma katkı vermesi anlamına geliyordu. Bu kenar stoperler ileri çıkarak adeta rakip yarı alanda konumlanan bir bek haline geliyor, Bernardo-Grealish-Foden ve Mahrez gibi kanat oyuncuları içe kayarak rakibin merkezinde hem çoğalıyor hem de ciddi bir hücum tehdidi oluşturuyorlardı. Bu durum onları pres gücünü arttırdığı için rakibi uzun vurmaya zorluyordu. Uzun vurulan toplarda tek santrafor yanındaki Dias-Stones ve oyunun iki yönünü muazzam oynayan Rodri gibi üç kule oyuncunun varlığı rakiplere adeta nefes aldırmıyordu. İlk başta herkese çılgınca ve saçma gelen bu Stones’ın orta saha oynama fikri sonrasında takımdaki herkesin rolünde de ufak değişiklikler olmasına sebep oldu. Haaland, toplu oyunda çok daha fazla kendini göstermeye başladı. Sadece gol atan bir futbolcu olmaktan çıkmış, oyun kurulumuna yardıma gelen ve 2. ile 3. bölge arasındaki geçişi sağlayan harika bir bağlantı santraforu haline gelmişti. Transfer olduğu günden bu yana eleştiri odağında tutulan Grealish, daha fazla savunma yardımı yapmaya başlamış ve tam bir takım oyuncusu haline gelmişti. Keza Bernardo Silva sağ ön, sağ iç ve merkez orta saha gibi çeşitli yerlerde konumlanmış ve takımının her durumda imdadına koşan bir dinamo haline gelmişti. Tabii ki takımın bel kemiği olan ve oyunun iki yönünü de muazzam oynayan, her yeri kapatan ve gerektiğinde de çıkıp 30 metreden golünü atan İspanyol Rodri’yi de es geçmemek gerek.
Nottingham Forest maçı sonrası yakalanan 11 maçlık galibiyet serisi Manchester şehrinin mavi rengine son 6 yılda 5. şampiyonluğunu getirdi. Burada City’nin muazzam bir seri yakaladığı aşikâr. Ancak Arsenal’ın Nisan ayı ve sonrasında yaşadığı ardı ardına gelen puan kayıplarının da etkisi çok büyük. Arteta’nın ekibi son düzlükte belki de bu baskıyı kaldıramadı ve şampiyonluk avuçlarının içinden kayıp gitti. Manchester City’nin ise yıllardır üst seviyede oynamayı ne kadar iyi deneyimlediğini biliyoruz. Bu yarışın sonunda iki takım arasında ortaya çıkan tecrübe ve sakinlik farkı sonucu City liderlik koltuğunu rakibinden devraldı ve Premier League'deki dominasyonunu perçinlemiş oldu. Bu süreçte Şampiyonlar Ligi'ni de sorunsuz bir şekilde götüren Guardiola’nın ekibi, bu kupanın canavarı konumundaki Real Madrid’i 1-1’in rövanşında Etihad’da 4-0 gibi net bir skorla ve oyunla eleyerek adını finale yazdırmış oldu. Özellikle ilk 45 dakikada gösterilen dominant performans kesinlikle çok etkileyiciydi. Maçın 25. dakikasında pas istatistikleri 124-13 Manchester City lehineydi. Bu da bizlere Real Madrid’in her 2 dakikada bir pas yapabildiğini gösteriyordu. Gerçekten akıl almaz seviyede bir üstünlük görmüş olduk. Maçın kilidini açan golde Stones’ın half spaceden rakip ceza sahasına yaptığı koşu rakip savunmanın ve bek oyuncusu Camavinga’nın pozisyonunu bozmuş, devamında da De Bruyne’nin pasında Bernardo Silva topu ağlarla buluşturmuştu. Burada Stones’ın attığı koşunun mimarının İspanyol bir deha olduğunu söylememe gerek yok sanırım.
Sizlere bu yazımda Manchester City’nin şampiyonluk serüvenini ve önemli anları anlatmaya çalıştım. Umarım keyifle okuduğunuz bir yazı olmuştur. Başka yazılarda görüşme üzere hoşça kalın.
Tüm futbol ve spor haberleri için bizi takipte kalın!
Commenti